MART2022 Reşat Yörük
Hakuna Matata
Hakuna Matata Gazetecilik mesleğinde yaşadığımız ya da duyduğumuz öyle hikayeler var ki, Aziz Nesin’in yazdıkları yanında zayıf kalır. Bir kurtarma, daha doğrusu “neredeyse kurtaramama” olayı var mesela… Sarhoş bir yolcunun Karşıyaka-Konak seferi sırasında başından geçenler … Oto galeri sahibi olduğunu hatırladığım kelli felli bir abimiz, gündüz vakti içkiyi fazla kaçırınca, muhabbet ettiği arkadaşlarının gözünün önünde cuuup denize düşmüş, kaptanın haberdar edilmesiyle yolcular müthiş bir kurtarma harekatının içinde bulmuştu kendini. Mevsim yazdı sanırım. Yine de körfez suyunun serinliği belli ki abiyi canlandırmaya yetmişti. Fakat beyaz gömlek, lacivert pantolon ve rugan ayakkabıyla denizde ne işi olduğunu hala anlayamamış gibiydi. Tam olayı kavramaya başladı derken, aynı anda atılan üç can simidinden ikisi, giderek ağırlaşan kıyafetleriyle batmama çalışan adamcağızın tam kafasına denk geldi. Günahları boynuna; bu nokta atışını yapanlar, muhtemelen abinin kafası kıyak arkadaşlarıydı. Hani vurayım desen, böyle tutturamazsın! Neyse ki, sporcu oldukları her hallerinden belli iki genç denize atladı da, yediği darbelerle kendinden geçen abimiz kurtarıldı. Bu olaya ilişkin haber başlığımız o gün çok beğenilmişti: “Kurtarayım derken öldürüyorduk.” **** Serin oluyor diye Ağustos gecelerini Alsancak’taki Hocazade Camisi’nin teneşirinde geçiren adamla röportaj yapmıştık. Acıklı bir hayat öyküsü vardı. Eğitim hayatını ortaokulda noktalamasına rağmen filozof gibi biri olduğu her cümlesinden belliydi. Biraz sohbetten sonra söylediğimiz “Paran pulun yok ama iç güzelliğin var be abicim” şeklindeki teselli cümlesine nasıl da çakmıştı, tam 90’dan: - Senin iç güzelliği dediğin şeyi sadece organ mafyası önemsiyor artık. **** Kuduz vakalarının yeniden hortladığı dönemde 9 Eylül Üniversitesi Hastanesi’ne gitmiştim. Acelem olduğunu çok iyi hatırlıyorum. 4. katta görüşmeler yapıp gerekli bilgileri ve birkaç kare de fotoğraf aldıktan sonra hemen topuklayacağım. Ama asansörde (elimdeki notları incelerken) yanlışlıkla bodrum katına inince işin rengi birden değişiverdi. Ben tam nereye geldiğimi anlayamadan, daha adımımı atar atmaz asansör kapısını “şak” diye kapatıp çıkmasın mı yukarı? Hani sen içinde olup “hadi bir an önce hareket edelim” desen bu kadar hızlı olmaz şerefsiz! Çağırma düğmesine birkaç kez güçlü bir şekilde basıp çaresiz beklemeye başladım. Bu arada şöyle bir arkamı dönüp etrafımı kolaçan edeyim dedim. Işıkların hayli yetersiz kaldığı ve benden başka kimsenin olmadığı koridorda zar zor seçebildiğim o dört harfli kelime ile bir anda tuzsuz pelte gibi titrediğimi hatırlıyorum: MORG. Hayır, ilk kez morg görmüyorum ama asansörün gelişi geciktikçe ürpertim artmıştı nedense. Tarkan’ın “Geççek” şarkısı da yok ki o zaman, mırıldanıp güç toplayayım. Gazeteye dönüp bu olayı anlattığımda, göbeğini tuta tuta gülerek beni uyuz eden bir arkadaş, aradan iki hafta geçmeden benden beter oldu. Bu defa gülme sırası bendeydi: Fırınlara zabıta operasyonu sonrasında, Altındağ’da, Yahudi mezarlığının önündeki durakta gece vakti otobüs bekliyormuş bizimkisi. Dükkanlar bir bir kapanırken, söndürülen her ışık, içindeki ürpertiyi biraz daha artırmış. Kolay değil tabii, hemen iki metre arkasında bir duvar, onun ardında da yatan mevtalar var. Evet, kimilerine göre en huzurlu mekan mezarlıklar… Hatta “İnsanın toprağı üzerine çekip uyuyası geliyor burada” diyenler bile var. Ama mezarlıktan çıkan zombi filmlerini nasıl unutacaksınız? Otobüs geciktikçe, sevgili arkadaşımın korkusu da artmaya başlamış. Klasik ıslık çalma yöntemini denemiş bir süre… Arka taraftan, yani Yahudi mezarlığından gelen seslerle de atmış kendini karşı tarafa… Her vakit hareketli olan caddeden geçen tek bir araç bile olmayınca, şansına okkalı bir küfür sallamış. Sonra böyle bir ortamda küfür etmenin yakışıksız olacağını düşünmüş olsa gerek, babaannesinden öğrendiği Sübhaneke ile Elham’ı okuyup mezarlığa doğru kuvvetlice üflemiş. Bu arada gözü otobüste… Karşı tarafa bakmamaya çalışıyor ama ne mümkün! Derken o da ne? Mezarlık duvarının üzerinde silüetler gidip geliyor, iyi mi! İşte o an, göğüs kafesi içinde koca bir pancar motorunun çalıştığını sanmış bizimkisi. Ellerinde şarap şişesiyle iki sarhoşun duvarı tırmandığını anladığında ise çoktan altına kaçırmış bile… E Allah’ın sopası yok tabii! Bir İzlanda vakası vardı; spor basınında kulaktan kulağa anlatılan: Sene 1988. Dünya Kupası elemeleri için İzlanda ile eşleşmişiz. İstanbul’daki ilk maç 1-1 bitince, herkesin gözü deplasmandaki rövanşa çevrilmiş durumda. Reykjavik’teki bu önemli maçı izlemek üzere Türkiye’den giden gazeteciler arasında, İzmir’den bir abimiz de var. Yeni Asır’ın en yüksek tirajlara ulaştığı zamanlarda, gazetenin etkili yazarlarından biri… Allah rahmet eylesin; 5-6 yıl kadar önce aramızdan ayrılan, çevresinde sevilen ve özenli giyimiyle tanıdığımız bu meslek büyüğümüz “şıklık” konusundaki iddiasını Avrupa’nın kutuplara en yakın bölgesinde de göstermeyi çok istemiş olacak ki, o gün beyaz bir takım elbiseyle inmiş Reykjavik havaalanına… Eylül ayını yaşayan İzlanda’da ortalama sıcaklık 2 derece civarında. Tanju’lu, Rıdvan’lı, Cüneyt’li, Oğuz’lu, Ünal’lı millilerimiz hayli popüler o zaman, çünkü Yunanistan’ı hem içeride hem de dışarıda yenmişler. Çok değil 5 ay önce de D.Almanya’yı evinde devirmişler. Hem de 2-0… Hatta kaleci Engin penaltı kurtarıp “Magdeburg kaplanı” bile olmuş o maçta. Neyse… A Milli Futbol takımından önce gazeteciler inmiş uçaktan. İzlandalı foto muhabirleri de, futbolcularımızı çekmek üzere apronda bekliyor. Ama ülkelerine beyaz takım elbiseyle gelen ilk kişi olduğunu düşündükleri abimizi görünce, Millileri bırakıp onu görüntülemeye başlamışlar. Rivayet odur ki (dinleyende kesin yalandır etkisi uyandıran bir ifade olsa da, farklı kaynaklardan duyduk aynı hikayeyi), kendilerini “Heeey! Milli Takım bu tarafta” diye uyaranlara İzlandalı bir gazeteci şu cevabı vermiş: - Bizim ülkeye pek çok milli takım geldi, geçti. Ama beyaz takım elbiseyle geleni ilk kez görüyoruz. Bunu kaçırmak istemeyiz. ***** Bu hikayeden yıllar sonra, benzer bir olay da Tanzanya’da meydana geldi. Yani dünyanın öbür ucunda… (Haritadaki yerini tam olarak bilmeyenler için çok kısa bir konum vereyim: Afrika’nın doğusunda, Hint Okyanusu kıyısında bir ülke Tanzanya. Elton John’un söylediği “Hakuna Matata” şarkısı ile ünlenen Aslan Kral çizgi filminin geçtiği topraklar üzerine kurulmuş. İnanmayacaksınız ama Freddie Mercury de burada doğmuş. Ülke bir İngiliz sömürgesi iken…) İzmir’den iki fuarcı arkadaş, son yıllarda ekonomisini giderek iyileştiren bu ülkeyi ziyaret hazırlıkları yaparken, nedense hava durumuna bakma ihtiyacı duymamış. “Nedense” diyorsak lafın gelişi… Nedeni belli aslında! “Afrika deyince aklınıza gelen ilk üç şeyi sıralayın” diye sorsak; her 100 yurttaşımızdan 80’inin sıralaması kesin şöyle olur: 1-Vahşi hayvanlar ve safari 2- İlkel kabileler 3- Bunaltıcı sıcak. Yanlış algı işte… Kötü bir şey olduğunda bazen “Burası Tanzanya mı kardeşim?” deriz ya! Aslında onların ekonomik görünümü Türkiye’den daha iyi. Bizde TÜİK’in açıkladığı (tartışmalı) rakam bile yüzde 50’ye dayanmışken, Tanzanya’daki yıllık enflasyon yüzde 4 civarında. Son 10 yılda ortalama yüzde 7 büyüyorlar. Ne diyorduk? Güzel bir Ağustos akşamında, bizim fuarcı arkadaşların uçağı inmiş Darüsselam’a; ülkenin en büyük ve en zengin kentine… Bir kaç bağlantı yapıp sonra unutulmaz safari turuna katılacaklar. Nasıl olsa Afrika’ya geliyorlar ya, hem de yaz mevsiminde… Üzerlerinde tiril tiril Lacoste tişörtler. Ancak uçağın merdivenine adım atar atmaz titremeye başlamış bizimkiler. Memleketimiz sıcaktan kavrulurken güney yarımkürede kış mevsimi yaşandığını, Ekvator’a yakın olduğu halde bu bölgenin Afrika’nın en yüksek noktası Kilimanjaro Dağı’nın etkisinde kaldığını, Hint Okyanusu’ndan gelen sert rüzgarlarla havanın daha da soğuduğunu ve algı denilen şeyin ne kadar önemli olduğunu işte o an anlamışlar. Otelde açtıkları bavuldan üstlerine alabilecekleri bir şey çıkmayınca, hemen yandaki AVM’ye gidip birer mont beğenmişler kendilerine. Tam kasada ödeme yaparlarken birinin dikkatini çekmiş astardaki etiket: “Made in Turkey.” Diğer arkadaşını dürtüp göstermiş. Sonra birlikte gülmeye başlamışlar. Rivayet odur ki, ağızlarından şu iki kelime dökülüvermiş: Hakuna Matata.. Yani dert etme! Endişe edecek bir şey yok! Geçmişi bırak, geleceğe bak! Bizim güzel Türkçemize çevirecek olursak: “Salla gitsin!..”